Üşenmez E. (Yürütücü)
Başbakanlık, 2014 - 2015
Gerekçe
Türk
dil ve edebiyatının tarihi gelişimine baktığımız zaman 13. Yüzyılın sonlarına
kadar ortak bir edebi dil ve edebiyattan söz edilebilir. Özellikle Moğol
istilası ve bölgedeki tek devlet yapısının değişimi ve dağılmasından sonra
Türkler muhtelif coğrafi sahalara yayılmış bu durum da her Türk boyunun kendi
lehçe ve şive özelliklerine tesir etmiştir. Malazgirt ile birlikte Oğuz
boylarının büyük kısmının Batıya göçü, Cengiz istilası ile ayrışan Karluk ve
Kıpçak Türk boyları, Çarlık Rusya’nın Türkistan’ı işgali, Çin’in Doğu Türkistan
işgali, göçler vb nedenlerden dolayı Türk boyları arasındaki kültürel birlik ve
iletişim zayıflamıştır.
Türk
dünyasıyla kopan ilişkiler ve yaşanan uzun gurbet yılları, edebî birlikteliği
de etkilemiş ve Türk dünyasının edebî varlığı, nesillerin millî kültürden
koparılmasıyla birlikte gittikçe zayıflamıştır. Ancak Anadolu coğrafyasına
yakın ülkelerde edebî ortaklık kısmen de olsa devam etmiş ve Azerbaycan, Irak,
Kırım ve Balkanlarda ortaya konan edebî eserlerde ortak konu ve şekil unsurları
büyük yer tutmuştur.
Amaç
Türk
dünyası edebiyatının ortak mahsulleri olan destanlar, tip, karakter ve konu
bakımından, henüz farklılıkların yaşanmadığı dönemlere ait eserlerdendir.
Göktürk Abideleri, Uygur Metinleri, Manas Destanı da aynı tarihî birlikteliğin
derin izlerini taşımaktadır. Türklerin İslâmı kabulü ile başlayan vetirede
kaleme alınan Kutadgu Bilig, Divânü Lugati’t-Türk, Dede Korkut gibi edebî
eserler, yeni inanç sisteminin ve kabullerin şekillendirdiği eserlerdir. Asya
coğrafyasında, İslâm’ı tanıtma ve İslâmî değerleri anlatma misyonunu üstlenen
Türk milleti, doğrudan gönüllere hitap eden yeni bir tebliğ dilini de
keşfetmiştir. Hoca Ahmed Yesevî, Mevlânâ Celâleddin Rûmî ve Yunus Emre
isimleriyle birlikte anılan sevgi dili, Anadoludaki umutsuz ve huzursuz insana
sunulan en tesirli reçete olmuştur. Bu şahsiyetler, bütün Asya coğrafyasının
ortak değerleri ve kabulleri niteliğindedir. Nasrettin Hoca, Köroğlu, Bâbür,
Ali Şîr Nevâî gibi büyük şahsiyetlerle ilgili menakıplar ve tarihî bilgiler de
geniş Asya coğrafyasında ve Balkanlarda yaygın olarak bilinmektedir. Nasreddin
Hoca, Balkanlardan Çin’e kadar bilinen ve birçok Türk bölgesinin büyük bir
mensubiyet duygusuyla sahiplendiği bir isimdir. Molla Nasreddin, Nasreddin
Efendi, Koja Nasır veya Efendi isimleriyle, farklı coğrafyalardaki Türk
toplumlarının kendi coğrafyasında yaşadığına inandıkları Nasrettin Hoca,
menkıbeleri, fıkraları ve birçok yerdeki mezarlarıyla herkesin Hocası olarak
gönüllerde yer almıştır.
Moğol
istilasının ardından babasıyla birlikte, Belh’ten Anadolu’ya göç eden Mevlânâ,
Orta Asya tasavvufuna ruh veren Hoca Ahmed Yesevî ve Anadolu’ya sevgi dilini
tanıtan Yunus Emre, sadece Türk beldeleri, Türk boyları ve Türkçe konuşan
ülkelerde değil, dünya kamuoyunda da tanınmış ve birçok insanın gönlünü
kazanmış büyük şahsiyetlerdir.
Günümüzde
Türk edebiyatının temsilcileri olarak ders kitaplarımızda yer alan Ali Şîr
Nevâî, Bâbür, Şah İsmail Hatayî, Nesimî, Fuzûlî, Mahtumkulu, İsmail Gaspıralı
ve Şehriyar gibi ünlü şairler, Anadolu coğrafyası dışındaki Türk bölgelerinde
doğup buralarda yaşamışlardır. Ancak biz bu isimleri, Süleyman Çelebi, Bâkî,
Nâbî, Mehmet Âkif gibi şairlerimizden ayırt etmeden kabullenmiş ve benimsemiş
durumdayız. Bu kabulleniş, büyük oranda ortak kültür mirasına ve tarihî
serüvene sahip olmanın bir sonucu olarak tezahür etmektedir.
Yeni
Türkiye vizyonu çerçevesinde geçmişten gelen köklü birliğimizi kültürel anlamda
yeniden inşa etmek ve bu birlik içinde ortak geçmişten ortak geleceğe adım
atmak söz konusu projenin temel amacıdır. Bu temel amaca ulaşmak için Türk
dünyasının öne çıkan eserlerinden popüler tarzda yeni üretimler yaparak bu
üretimleri çeşitli grafik tasarımları ile süsleyerek halka arz etmek kitap
okuma sıkıcılığını zevke dönüştürecektir.
Ortak Edebiyat ve Kültürden İzler
Ortak
edebî mahsullerdeki dil ve üslup hususiyetleri üzerinde de biraz durmakta yarar
vardır. Anadolu’da yaşayan Mevlânâ’nın Farsça yazması ve Yavuz Sultan Selim’in
Farsça bir Divânçe tertip etmesi karşısında, İran tahtında oturan Türkmen Şah
İsmail Türkçe şiirler yazmıştır. Alî Şîr Nevâî’nin Çağatay Türkçesiyle eserler
yazması, Anadolu’da okunması ve sevilmesini engellememiş ve hatta Şuarâ
Tezkirelerinde Nevâî tarzı olarak değer gören bir tarzın oluşmasına imkân
hazırlamıştır. Aynı şekilde Kadı Burhanettin, Nesimî ve Fuzûlî Azerî
Türkçesiyle şiirler yazmış ve bu üslûbun hoşa giden bir üslûp olarak
yaygınlaşmasında önemli rol oynamışlardır. Doğu Türkçesi gibi Anadolu
coğrafyasına uzak bir Türk lehçesinin XVIII. yüzyılda bile Şeyh Gâlib gibi
İstanbullu bir şair tarafından ilgi görmesi, ortak edebî mirasın sürekliliğini
göstermesi bakımından önem taşımaktadır.
Günümüzde
Türk edebiyatının temsilcileri olarak ders kitaplarımızda yer alan Ali Şîr
Nevâî, Bâbür, Şah İsmail Hatayî, Nesimî, Fuzûlî, Mahtumkulu, İsmail Gaspıralı
ve Şehriyar gibi ünlü şairler, Anadolu coğrafyası dışındaki Türk bölgelerinde
doğup buralarda yaşamışlardır. Ancak biz bu isimleri, Süleyman Çelebi, Bâkî,
Nâbî, Mehmet Âkif gibi şairlerimizden ayırt etmeden kabullenmiş ve benimsemiş
durumdayız. Bu kabulleniş, büyük oranda ortak kültür mirasına ve tarihî
serüvene sahip olmanın bir sonucu olarak tezahür etmektedir.
XIII.
Yüzyıldan itibaren Anadolu’ya göç eden Orta Asyalı şairlerin Osmanlı şiir
geleneğine uyum sağlayarak bu tarzda başarılı eserler ortaya koymaları da ortak
kültür zemininin neticesi olarak dikkat çekmektedir. Anadolu’ya geçen ve
Osmanlı şiir tarzını temsil eden Orta Asyalı şairlerin sayısının 85 civarında
olması, bu karşılıklı ilişkinin önemini göstermektedir.
Köroğlu
Destanı gibi Anadolu’da yaşanmış olduğu bilinen bir destanın, Türkmen, Tatar,
Özbek, Karakalpak, Tatar ve diğer Türk boyları arasında yaygın olarak bilinmesi
de aynı şekilde bir ortak kabullenişin eseridir. Türk dünyasında Köroğlu,
Göroğlı, Kûroğlu, Guroğlu isimleriyle tanınan Köroğlu’nun birbirinden farklı
bir menkıbeleri bilinmektedir. Benzer şekilde Yunus Emre, Karacoğlan, Kul
Süleyman Bakırgani ve halk hikâyelerinin büyük kısmını (Kerem İle Aslı, Tahir
ve Zühre, Ferhat İle Şirin vb) örnekler arasında saymak mümkündür.
Yayımlanacak Eserler
1.
Yusuf Has Hacib-Kutadgu Bilig
2.
Hoca Ahmed Yesevi-Divan-ı Hikmet
3.
Mevlana-Mesneviden Seçmeler
4. Yunus
Emre
5. Nasreddin
Hoca
6. Dede
Korkut Hikâyeleri
7.
Türk Dünyasından Destanlar (Manas, Oğuz Kağan, İdigey vs)
8.
Türk Dünyasından Masallar
9.
Türk Dünyasından Şiirler (Nevai, Mahtumkulu, Toktogul, Abay, Şehriyar vs)
10.
Türk Dünyası Çocuk Edebiyatından Seçmeler
Eserler
Hakkında Temel Bilgiler
1.
Yusuf Has Hacib-Kutadgu Bilig
Yûsuf Has Hâcib tarafından XI. yüzyılda yazılmış,
Türk dilinin, edebiyatının ve kültür tarihinin en önemli kaynaklarındandır.
Yûsuf Has Hâcib (Uluğ Has Hâcib) hakkında bilinenler Kutadgu Bilig’e sonradan
eklenmiş olan biri mensur, diğeri manzum iki mukaddimede ve eserin bazı
beyitlerinde yer alan bilgilerden ibarettir. Buna göre şair Balasagun’da
(Kuz-Ordu) soylu bir aile içinde dünyaya gelmiş, bilimi, erdemi, zühd ve
takvâsı ile temayüz etmiş, eserini bir buçuk yılda Balasagun’da yazıp Kâşgar’da
tamamlayarak (6645. beyit) 462 (1069-70) yılında Karahanlılar’ın hakanı
Süleyman Arslan Hakan oğlu Tavgaç Uluğ Buğra Han’a sunmuştur. Şairin kudretini
takdir eden hakan kendisine “görevlerin en incesi olan” (2484. beyit) has
hâciblik mansıbını vermiştir. Eserdeki bazı beyitlerden hareketle (365-371.
beyitler) müellifin doğum yılının 1019 dolaylarında olduğu tahmin edilmektedir.
Yûsuf Has Hâcib ile Kâşgarlı Mahmud’un aynı dönem ve çevrede yaşamış,
eserlerinde aynı dili ve kültür malzemesini kullanmış olmakla beraber
birbirlerini ve eserlerini tanımamış oldukları anlaşılmaktadır.
Kutadgu Bilig (kut+adgu bilig “mesut olma bilgisi”),
insana her iki dünyada saadete ermek için takip edilecek yolu göstermek
amacıyla kaleme alınmış bir eser olup iddia edildiği gibi mansıp sahiplerine
ahlâk dersi veren kuru bir öğüt kitabı değil, insan hayatının anlamını tahlil
ederek onun cemiyet ve dolayısıyla devlet içindeki görevlerini belirleyen bir
hayat felsefesi sistemidir. Yûsuf Has Hâcib birbirine çok sıkı bağlarla bağlı
bulunan fert, cemiyet ve devlet hayatının ideal bir biçimde düzenlenmesinde zaruri
olan zihniyet, bilgi ve faziletlerin nelerden ibaret olduğu, bunların nasıl
elde edileceği ve nasıl kullanılacağı üzerinde sanatkârane bir şekilde
durmuştur.
2.
Hoca Ahmed Yesevi-Divan-ı Hikmet
Ahmed Yesevî’nin hikmet adı verilen dinî-tasavvufî
manzumelerini içine alan şiir mecmuası. Fazlullah b. Rûzbihân’ın 915’te
(1509-10) telif ettiği Mihmânnâme-i Buhârâ adlı eserinde, Ahmed Yesevî
Türbesi’nde okuduğu Yesevî kitabının başında “Dîvân-ı Hikmet” kaydı
bulunmadığını ve eserin sülûk âdâbına ait manzum Türkçe sûfiyâne bir mecmua
olduğunu bildirmesinden bu adın XVI. yüzyıldan sonra kullanıldığı
anlaşılmaktadır. Rûzbihân’ın gördüğü eser muhtemelen, adı bilinmeyen bir Yesevî
dervişinin tertip ettiği Dîvân-ı Hikmet nüshalarının ilk örneklerinden biridir.
Dîvân-ı Hikmet nüshalarının muhteva bakımından olduğu kadar dil bakımından da
bazı farklılıklara sahip olması bunların değişik şahıslar tarafından farklı dil
sahalarında tertip edildiğini göstermektedir. Ayrıca Dîvân-ı Hikmet mecmuaları
içine zamanla Yesevî dervişlerinin hikmetleri de karışmış, böylece kitap sadece
Ahmed Yesevî’ye ait bir eser olmaktan uzaklaşıp hikmet geleneğini yansıtan bir
manzumeler mecmuası haline gelmiştir.
Hikmetlerde geçen “defter-i sânî” tabirinden ilk akla gelen şey, Ahmed Yesevî
hikmetlerinin birkaç defter halinde tertip edildiği, eldeki nüshaların ikinci
defteri teşkil ettiğidir. Ayrıca Yesevî’nin, “Ben defter-i sânî sözünü açtım”
demesi, daha önce hikmetlerin bizzat Yesevî tarafından bir defter halinde
toplandığını da düşündürmektedir. Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında
bulunan hikmetlerde Kul Hâce Ahmed, Hâce Ahmed, Miskin Ahmed, Yesevî gibi
mahlaslar kullanılmıştır. Eserde ayrıca Azîm Hâce, Hâlis, Fakırî, Garîbî, Hâce
Sâlih, Kul Şerîfî, Hüveydâ, Îkanî, Meşreb, Ubeydî, Kul Süleyman ve Zelîlî
adlarıyla Yesevî geleneğine bağlı çeşitli şahısların hikmetleri yer aldığı gibi
Dîvân-ı Hikmet adını taşımayan bazı hikmet mecmularında da Yesevî’nin
şiirlerine rastlanmaktadır. Dîvân-ı Hikmet’in yazma ve basma nüshalarında
bulunan hikmet sayısı bazı farklılıklar göstermektedir. Bugüne kadar
derlenebilen Yesevî’ye ait hikmetler 250’yi bulmaktadır. Bu sebeple hikmetlerin
birinde yer alan, “Dört bin dört yüz hikmet söyledim” ifadesi bir rivayetten
öteye gitmemektedir.
Ahmed Yesevî’nin hikmetlerinin başlıca gayesi, İslâm
dinine yeni girmiş veya bu dini henüz kabul etmemiş Türkler’e İslâmiyet’in
esaslarını, şeriat ahkâmını ve Ehl-i sünnet akîdesini öğretmek, Yeseviyye
tarikatı müridlerine tasavvufun inceliklerini, tarikatın âdâb ve erkânını
telkin etmektir. Bu sebeple hikmetler sanat endişesinden uzak, sade ve kuru bir
ifade yanında didaktik bir özellik taşımaktadır. Ancak bazı hikmetlerde
ifadenin sûfiyâne ve coşkulu oluşu onları basit manzumeler olmaktan
kurtarmıştır.
Hikmetlerin muhtevası ile şekil ve dil yapısı, Ahmed Yesevî’nin yetiştiği
çevre, hayatı, şahsiyeti, gayesi ve hitap ettiği zümrenin sosyal ve kültürel
yapısı ile ilgilidir. Ahmed Yesevî’nin İslâmiyet’in esaslarını, tasavvufun
inceliklerini bir Türk mutasavvıfı olarak yorumlayışı, bunları halk
edebiyatının bilinen şekilleri içinde hece vezniyle ve sade bir dille herkesin
anlayacağı tarzda ifade etmesi hikmet tarzını doğurmuş ve bu tarz zamanla
Yesevî dervişleri vasıtasıyla gelenek halini almıştır. Yeseviyye tarikatında
şeyhin söylediklerini öğrenmek için hikmetlerini belli bir makamla okuyup
yaymak önemli bir husustur. Bundan dolayı zamanla daha geniş bir çevreye
yayılan, huşû içinde okunup ezberlenen ve yazıya geçirilen hikmetler, muhteva
bakımından olduğu kadar dil bakımından da değişikliğe uğramış, çeşitli
ilâvelerle zenginleşmiştir.
3.
Mevlana-Mesneviden Seçmeler
Mevleviyye tarikatının kurucusu, mutasavvıf, âlim ve
şair.
6 Rebîülevvel 604’te (30 Eylül 1207) Horasan’ın Belh şehrinde dünyaya geldi
(Ferîdûn-i Sipehsâlâr, s. 22; Eflâkî, I, 73). Öte yandan Dîvân-ı Kebîr’deki bir
şiirinden hareketle (III, 49) Şems-i Tebrîzî ile buluştuğunda (642/1244) altmış
iki yaşında olduğu, dolayısıyla doğum tarihinin 580 (1184) olması gerektiği
ileri sürülmüşse de (Gölpınarlı, ŞM, III [1959], s. 156-161), Hellmut Ritter bu
iddiayı geçerli bulmamıştır (EI² [İng.], II, 393). Mevlânâ, Meŝnevî’nin
girişinde adını Muhammed b. Muhammed b. Hüseyin el-Belhî diye kaydetmiştir.
Lakabı Celâleddin’dir. “Efendimiz” anlamındaki “Mevlânâ” unvanı onu yüceltmek
maksadıyla söylenmiştir. “Sultan” mânasına gelen Farsça “hudâvendigâr” unvanı
da kendisine babası tarafından verilmiştir. Ayrıca doğduğu şehre nisbetle
“Belhî” olarak anıldığı gibi hayatını geçirdiği Anadolu’ya nisbetle “Rûmî,
Mevlânâ-i Rûm, Mevlânâ-i Rûmî” ve müderrisliği sebebiyle “Molla Hünkâr,
Mollâ-yı Rûm” gibi unvanlarla da zikredilmektedir. Mevlana’nın en hacimli eseri
olan Mesnevide çok sayıda hikmetli hikayeler mevcuttur. Bu hikayelerde
tasavvuf, kamil insan, ahlak, onur, erdem vb temalarla mesaj verilmektedir.
4.
Yunus Emre
Mutasavvıf Türk şairi. Tarihî kişiliği menkıbelerle
iç içe giren Yûnus Emre’nin destanî hayatına dair ilk ve en geniş mâlûmat Uzun
Firdevsî’nin (ö. 918/1512) yazdığı sanılan Vilâyetnâme-i Hacı Bektâş-ı Velî’de
yer almaktadır. Buna göre Yûnus Sarıköy’de yaşayan, çiftçilikle geçinen fakir
bir kişidir. Önce buğday almak üzere Karahöyük’e gider, bir süre Hacı Bektâş-ı
Velî’nin yanında kalır, geri döneceği sırada buğday yerine Hacı Bektaş ona
“nefes” vermeyi teklif eder, fakat Yûnus ısrar edince kendisine dilediği kadar
buğday verilerek gönderilir. Köyüne yaklaştığı esnada gafletinin farkına varan
Yûnus, buğdayın bir gün tükenip nefesin ise tükenmeyeceğini düşünerek tekrar
tekkeye döner ve nasip ister. Durum Hacı Bektâş-ı Velî’ye arzedilince o,
“Bundan sonra olmaz. Biz o kilidin anahtarını Tapduk Emre’ye verdik, varsın
nasibini ondan alsın” der ve onu Tapduk Emre’ye gönderir. Yûnus da Tapduk
Emre’nin yanına varıp durumu ona anlatır; Tapduk Emre halinin kendisine mâlûm
olduğunu, hizmet edip emek vermesi halinde nasibini alacağını söyler. Yûnus
kırk yıl boyunca erenler meydanına eğrinin yakışmayacağı düşüncesiyle tekkeye
sadece düzgün odun taşır. Rum erenlerinin Tapduk Emre’nin tekkesinde büyük bir
meclis kurdukları bir gün mecliste Yûnus Emre ile birlikte Yûnus-ı Gûyende
denilen başka bir Yûnus daha bulunmaktadır. Tapduk Emre cezbeye gelince
Gûyende’ye, “Yûnus, söyle!” der, fakat Gûyende işitmez. Tapduk bu sözü üç defa
tekrarladığı halde Yûnus-ı Gûyende yine işitmez. Bu defa Yûnus Emre’ye dönüp,
“Yûnus, vakit geldi, o hazinenin kilidini açtık, nasibini aldın, hünkârın
nefesi yetişti, sen söyle!” der. Gönlü açılan, gözlerinden perde kalkan Yûnus
“şevk denizine düşüp” inci ve mücevher değerinde sözler söylemeye başlar.
5.
Nasreddin Hoca
Türk mizah kahramanı olan Nasreddin Hocanın yaşadığı
dönem, doğum ve ölüm yılları, tarihî kişiliği ve ailesi Hakkındaki bilgiler
tartışmalıdır. Yaşadığı dönem ve yöre Hakkındaki en önemli kanıtlar
Akşehir’deki türbesi, soyundan geldikleri söylenen kişilere ait mezar taşı
kitâbeleri ve adına kurulmuş olan vakıfla ilgili Fâtih Sultan Mehmed devrine
ait bir arşiv belgesidir. Kaynaklarda yer alan bilgilere göre Nasreddin Hoca,
Sivrihisar’ın Hortu köyünde 605 (1208) yılında doğdu. Köyün imamı olan babası
Abdullah’tan sonra bu görevi kendisi üstlendi. Ardından Akşehir’e göç etti,
burada kadılık yaptı ve 683 (1284) yılında öldü. Eskiden Hortu köyünde
Nasreddin Hoca’ya ait olduğu rivayet edilen bir ev harabesinin ve onun soyundan
geldiklerini söyleyen kimselerin bulunduğu birçok kaynakta belirtilmektedir.
Ayrıca Mükrimin Halil Yinanç, bir gezisi sırasında hocanın oğullarına ait mezar
taşlarını Sivrihisar’a yakın Sultana köyünde gördüğünü söylemiştir (Topçuoğlu,
s. 17). Nasreddin Hoca’nın kızlarından birine nisbet edilen bir mezar taşı da
Sivrihisar’da bulunmuştur (Gölpınarlı, s. 10). İstanbul’un ilk kadısı ve Fâtih
Sultan Mehmed’in hocası Hızır Bey’in de Sivrihisarlı ve annesinin hocanın
torunu olduğuna dair bilgilere kaynaklarda rastlanmaktadır.
6.
Dede Korkut Hikâyeleri
Türk edebiyatında kendi adıyla anılan hikâyelerin
anlatıcısı yarı efsanevî bilge kişi. Kitâb-ı Dedem Korkud alâ Lisân-ı Tâife-i
Oğuzân başlığını taşıyan eserin çeşitli yerlerinde “dede”, giriş bölümünde dört
defa “ata” unvanıyla anılan Dede Korkut’un hayatı hakkında tarihî kaynaklardaki
bilgiler farklılıklar gösterir. Dede Korkut, Reşîdüddin’in Câmiu’t-tevârîħ’inde
Oğuzlar’ın Bayat boyundan, Ebülgazi Bahadır Han’ın Şecere-i Terâkime’sinde ise
Kayı boyundan gösterilir. Bahrü’l-ensâb, Bayındır Han’ın Dış Oğuz-İç Oğuz
beylerini saydıktan sonra Dede Korkut’un bunların şeyhi olduğunu söyler.
Müneccimbaşı, Edirneli Rûhî’ye dayanarak ondan “Türkmen kabâili beyninde Korkud
Ata nâm bir ehl-i hâl azîz var idi” diye söz eder. Saltuknâme’de Dede Korkut
Osmanlılar’la aynı soydan gösterilir ve Osmanlılar’ın soyu Oğuzlar’la birlikte
İshak peygamberin oğlu Îs’e bağlanır. Hacı Bektaş Vilâyetnâmesi’nde Korkut Ata,
Oğuz padişahı Bayındır Han ve onun beylerbeyi Kazan ile birlikte anılır ve
bunların ölümüyle Oğuz cemaatinin dağıldığı söylenir.
Câmiu’t-tevârîħ’e göre Dede Korkut, Oğuz hükümdarlarının onuncusu olan Kayı
İnal Han’ın başmüşaviridir. Oğuz kütüğünde on dördüncü han olarak gelen ve
doksan yıl hükümdarlık yapmış olan Kanlı Yavguy da bütün ömrü boyunca Korkut’u
müşavir sıfatıyla yanında bulundurmuştur. Dede Korkut’la ilgili bir menkıbede
Hz. Peygamber’le çağdaş olarak gösterilen Kayı İnal Han müslüman olmuş ve iki
vezirini Peygamber’e elçi göndermiştir. Halk rivayetlerine göre Dede Korkut
aydın, berrak gözlü dev kızından dünyaya gelmiştir. Boyu 60 arşındır.
Reşîdüddin ve Ebülgazi Bahadır Han onun 295 yıl yaşadığını söylerler. Bir halk
rivayetine göre ise 100 yıl yaşamıştır. Siriderya nehrinin sol yakasında
kurulmuş bir Kazak obasında yaşamış, ölünce nehrin sağ kıyısına gömülmüştür.
Korkut Ata’nın ölümüyle ilgili olarak Kazaklar arasında yaygın olan menkıbeye
göre yirmi yaşında iken rüyasında aklar giymiş bazı yaratıklar ona kırk yıl
yaşayacağını haber vermiş, bunun üzerine Korkut ölümsüzlük istemeye karar
vermiştir. Karşılık beklemeden hastalara yaptığı yardımlar Allah katında
makbule geçmiş ve bir gün uykuda iken Allah ona, “Ölümü kendin arzu etmedikçe
ölmeyeceksin” demiştir. Onun ölümü hakkında oldukça zengin başka rivayetler de
vardır.
Dede Korkut göçebe Türkler’in yüceltip
kutsallaştırdığı, bozkır hayatının geleneklerini ve törelerini çok iyi bilen,
kabile teşkilâtını koruyan bir Oğuz büyüğüdür. Halkın atası, kabilenin reisi,
bilgin, güçlü halk ozanı ve bilge olarak Dede Korkut’un tasviri kitabın
başından sonuna kadar tekrarlanır. Hanlar güç durumlarda ona danışırlar;
öğütler veren, yol gösteren, içinden çıkılmaz gibi görünen güçlükleri çözen hep
odur. Ali Şîr Nevâî, onun Türk milleti arasında büyük bir yeri olduğunu,
kendisinden nice yıl önceki ve sonraki birçok şeyi haber verdiğini söyler. O
aynı zamanda Kazak-Kırgız bahşılarının pîri olarak da tanınmaktadır. Dede
Korkut eserde genellikle ozan olarak karşımıza çıkar. Şamanizm kökenli bir
menkıbeye göre Korkut adlı bir şaman Kırgız şamanlarına kopuz çalmayı ve türkü
söylemeyi öğretmiştir.
Oğuzlar’ın destanî hayatını anlatan on iki hikâyeden meydana gelen Dede Korkut
Kitabı’nın iki nüshası vardır. Kitâb-ı Dedem Korkud alâ Lisân-ı Tâife-i Oğuzân
başlığını taşıyan Dresden nüshası 1815’te F. von Diez tarafından bulunmuştur.
Dresden Kraliyet Kütüphanesi’nde Fleischer külliyatı arasında bulunan eser (nr.
86) pek güzel olmayan bir nesihle yazılmış olup her sayfada on üç satır vardır,
metin bazı kelimeler dışında harekesizdir. Hikâyelerin başlıkları, hikâyeler ve
manzum parçalar birbirinden ayrılmadan bir bütün olarak yazılmıştır. Dresden
yazmasının Diez tarafından istinsah edilen nüshası Berlin Kraliyet
Kütüphanesi’ndedir (nr. 203). İtalyan Türkologu Ettore Rossi, Vatikan
Kütüphanesi’nde bulduğu eserin ikinci nüshasını (nr. 102) “Un nouvo manoscritto
del ‘Kitab-i Dede Qorqut”‘ adlı makalesiyle tanıtmış (Estratto della Rivista
Degli Studi Orientali, XXV, 34-43) ve daha sonra bir inceleme ile birlikte
yayımlamıştır. Dede Korkut hikâyeleri Türk ahlâk ve törelerinin, inançlarının,
kahramanlıklarının otantik olarak anlatıldığı bir eserdir. Kitapta geçen
Karacukdağ, Karşuyatan, Karadağ, Aladağ gibi tarih ve coğrafya adlarının çoğu,
bu hikâyelerin Oğuzlar’ın Türkistan’dan ayrılmalarından öncesine ait olduğunu
göstermektedir. Bununla birlikte Oğuz Türkleri bunları batıya getirirken buraya
göre mahallîleştirmişler ve batıda geçen olaylarla karıştırmışlardır.
7.
Türk Dünyasından Destanlar (Manas, Oğuz Kağan, İdigey vs)
Sözlü gelenek ürünü olan ve sonradan yazıya
geçirilen destanlar Türk edebiyatında geniş yer tutarlar. Bu eserde Türklerin
muhtelif boylarına ait çok sayıda destan tercümesine yer verilecektir.
Kırgızların Manas, Özbeklerin Alpamış, Uygurların Türeyiş, Tatatrların İdigey
Oğuzların Oğuz Kağan destanları çalışmanın temelini oluşturacaktır.
8.
Türk Dünyasından Masallar
Sözlü edebiyat ürünleri içinde yer alan masallar
sadece çocukların değil orta yaş ve yetişkinlerin de ilgisini çekmektedir. Türk
dünyası masal literatürü bakımından oldukça zengindir. Bu eserde Özbek, Kırgız,
Kazak, Türkmen, Azeri masallarından örnekler yer alacaktır.
9.
Türk Dünyasından Şiirler (Nevai, Mahtumkulu, Toktogul, Abay, Şehriyar vs)
Şiir, şair, şuara sözü Türk dünyasından bilhassa
Özbekler arasında çok meşhurdur. Sözlü geleneğin ürünü olan destanların değişik
ve daha kısa formatı olan şiir gerek İslam öncesi gerekse İslam sonrası Türk
toplumunda his, heyecan, aşk, keder vb duyguların terennümü olagelmiştir. Bu
çalışmada muhtelif Türk boylarının öne çıkan şairlerinden derlenmiş şiir
güldesteleri yer alacaktır.
10.
Türk Dünyası Çocuk Edebiyatından Seçmeler
Türk dünyası çocuk edebiyatı ürünlerinden adından da
anlaşılacağı üzere çocuklar (balalar) için seçkiler yapılacaktır. Çocuklar
üzerine hazırlanacak bu seride, milli örf ve adetleri, dini değerleri edebi bir
üslupla bütünleştiren örgü ve edebiyat bütünlüğü ile karşılaşacaksınız.
Unutmayalım ki geleceğe en büyük yatırım çocuklara yapılan yatırımdır.
Eserlerin
Çevrileceği Türk Lehçeleri ve Diğer Diller
1. Azeri Türkçesi
2. Türkmen Türkçesi
3. Özbek Türkçesi
4. Kırgız Türkçesi
5. Kazak Türkçesi
6. Rusça
7. Boşnakça
8. Arnavutça
9. Makedonca
10. Arapça