HITIT THEOLOGY JOURNAL, cilt.23, sa.Din ve Coğrafya, ss.27-53, 2024 (ESCI)
Eski Yunan edebiyatından yazılı bir formda günümüze kalan ilk eser
olarak Homerosçu mısralardan itibaren belirli bir “yeryüzü” (gē)
tasavvuru karşımıza çıkar. Dolayısıyla Yunan insanı, yaşamını sürdürdüğü
ve benimsediği doğa mefhumunun bir gereği olarak tanrılarla paylaştığı
bir mekân fikrini başından itibaren kabul eder. Gerek Ilias’taki
“Gemiler Kataloğu” gerek Odysseia’daki Akdeniz’in sınırlarını hikâye
eden seyahatler bu fikrin mitlerle iç içe geçmiş görünümlerini sunar.
Mekânın tanımlanışı çerçevesinde mitle gerçeğin iç içe geçtiği erken
yaklaşımlar zamanla yerlerini gözlemlenebilir verilere dayanan muhkem
bakış açılarına bırakır. Erken dönemde bütünüyle tekinsiz olduğu
düşünülen yeryüzünün hesaplayıcı bir akılla tanımlanması ve “uzman
bilgisi” (epistēmē) temelinde bir çerçeveye oturtulması Eski Yunan
müktesebatının –matematik, geometri, astronomi, coğrafya ve tarih gibi–
birbiriyle yakın temastaki farklı disiplinleri sayesinde peyderpey
gerçekleşir. Özellikle Yunan Klasik Çağı’ndaki diğer çabaların sağladığı
birikim, Hellenistik Ptolemaios hanedanının himayesinde ivme kazanan
çalışmalarla tam anlamıyla “meskûn [yeryüzü]”nün (oikoumenē)
tanımlanması problemine odaklanarak ete kemiğe bürünür. MÖ 3. yüzyılda
yaşamış bir hezarfen olan Eratosthenes’in çalışmaları, bu bilimin kendi
adı (geōgraphia) başta olmak üzere coğrafyanın belli başlı
mefhumlaştırmalarının oluşmasında önemli bir rol oynar. Eseri büyük
ölçüde fragmanlar halinde günümüze ulaşmış olmasına rağmen,
Eratosthenes’in “yedi iklim” (hepta klimata) gibi kendisinden sonraki
bilim dünyasını derinden etkileyen sistemleştirmeleri de bu çerçevede
sayılabilir. Eratosthenes, coğrafyanın müesses bir bilim olarak ortaya
çıkmasının bir başlangıcıyken, asırlar sonraki bir halefi olarak Roma
İmparatorluk Çağı’nda yaşayan, MS 2. yüzyıl âlimi Ptolemaios’un
eserleri, gerek Eratosthenes’e yönelik sağlam eleştirileri gerek belli
başlı sistematik ilkeleri yerli yerine oturtmasıyla müessesleşmenin
tamamlayıcı son noktasını oluşturur. Meskûn yeryüzünün dakik bir
tanımlaması aynı zamanda matematik hesabın kesinleştirdiği bir
astronomik gökyüzüyle birlikte anlam kazanır. Bu sürecin sunduğu manzara
belirli mefhumlaştırmaların coğrafyanın müessesleşmesinde oynadığı rol
kadar, insanın yeryüzüne hâkim olma arzusunun neticesi olan kartografik
resmin hodolojik mekân fikri gibi kimi ayrıntılarını da anlaşılır
kılıyor. Yeryüzüyle kendisini kuşatan kosmos arasında kurulan dakik
ilişki sayesinde insanın arzuladığı bu hâkimiyet de zamanla irtifa
kazanıyor. Müessesleşme ilk bakışta bir müstakilleşmeyi, müstakilleşme
de zaman içinde astroloji/astronomi gibi yoldaşlardan ayrılışı
beraberinde getiriyor. Dolayısıyla coğrafyanın müessesleşmesinin belli
başlı mefhumlaştırmalar ve bunların komşu bilimlerle ilişkileri
çerçevesinde değerlendirilmesinin, müsatakilleşmiş gibi görünen
coğrafyanın ilişkili olduğu metafizik düşünmeyle birlikte yeniden ele
alınması gerekiyor.
Bu müessesleşme sürecinin ayrıntıları coğrafya biliminin hangi ana
yönelimlerle biçimlendiğini ortaya seriyor. Mevzu bahis yönelimlerin
belirleyicisi büyük ölçüde siyasî irade tarafından mekânın, yani özelde
meskûn yeryüzünün genelde bir bütün olarak kosmos’un coğrafi bir bakış
açısıyla tanımlanması ve sınırlarının belirlenmesi eğilimidir.
Yunan-Roma coğrafyacılığının yakından etkilediği İslâm medeniyetinin
erken dönemindeki kendine has yönelimleri, bu tanımlayıcı ve sınırları
belirleyici maksatlarla ilişkilidir. Sonuçta coğrafyanın Yunan-Roma
geleneğinde bir bilim olarak müessesleşmesi ve müstakil kisvesinin
bıraktığı mirasın neticeleri, oldukça erken bir dönemde İslâm’ın
yayıldığı ilk yüzyıllardaki kimi tutumlarda gözlemlenebilir. Her ne
kadar bu tutumların Yunan-Roma geleneğiyle irtibatının tam olarak
anlaşılması tafsilatlı bir tahlili gerektirse de, bazı belirgin
karinelerin ortaya çıkarılması bu konudaki araştırma ufkunu
genişletecektir. Bu makalede, Yunan-Roma geleneğinde müesses ve belirli
açılardan müstakilleşmiş bir bilim olarak coğrafyanın nasıl ortaya
çıktığı kadar, Erken İslâm bilim insanlarının nasıl bir perspektifle ve
hangi karineler sayesinde Yunan-Roma geleneğinin mirasçıları olarak
değerlendirilebileceği ele alınacak. Bu vâris-mûris ilişkisinin daha
yakından incelenmesi, filolojik temelli metin aktarımının mirasın
intikalindeki vasıtalardan sadece bir tanesi olduğunu gösterir.
Dolayısıyla müessesleşen coğrafi mekân fikrinin bir kolu İslâm’ın ilk
dönem coğrafyacılarının elinde kendine has bir müstakilleşme sürecini
sürdürmüştür. Makale bu bakış açısıyla, aynı zamanda, bahsedilen
müstakilleşmenin öncelikli olarak hangi yönlerden enine boyuna
incelenmesi gerektiğini önerme gayesini taşımaktadır.
A certain conception of the “earth” (gē) emerges from the Homeric
verses, the first work surviving in written form in ancient Greek
literature. Therefore, from the very beginning, Greek people accepted
the idea of a place where they lived and shared with the gods as a
requirement of the concept of nature they adopted. Both the “Catalogue
of Ships” in the Iliad and the travels in the Odyssey describe the
borders of the Mediterranean, presenting views of this notion
intertwined with myth. Early approaches in which myth and reality are
intertwined within the framework of the definition of space were
gradually replaced by solid perspectives based on observable data. The
definition and framing by a calculating mind of the earth by
“specialized knowledge” (epistēmē), which was thought to be purely
uncanny in the early period, takes place gradually, due to the variety
of disciplines of Ancient Greek acquired knowledge – mathematics,
geometry, astronomy, geography, and history, etc. – in close contact
with one another. The accumulation of other efforts, especially in the
Greek Classical Age, is embodied in work that gained momentum under the
auspices of the Hellenistic Ptolemaic dynasty and focused on the problem
of defining the “inhabited [earth]” (oikoumenē). The work of
Eratosthenes, a polymath who lived in the 3rd century BC, plays an
important role in the formation of certain notions of geography,
especially its name (geōgraphia). Although his work has survived mostly
in fragments, Eratosthenes’ systematizations, such as the “seven
climates” (hepta klimata), which subsequently affected the scientific
world profoundly, may also be included within this framework. While
Eratosthenes marks the initial emergence of geography as an established
science, the works by the 2nd century AD scholar Ptolemy centuries
later, who lived in the Roman Imperial Period, constitutes the
complementary endpoint of the institutionalization of geography, both by
virtue of his solid criticisms of Eratosthenes and the establishment of
certain systematic principles. A precise description of the inhabited
earth accords with an astronomical sky made precise by mathematical
calculation also. The landscape presented by means of this process makes
understandable certain details, such as the idea of hodological space
in pictorial cartography, a result of the human desire to dominate the
earth, as well as the role that certain notions play in the
institutionalization of geography. Thanks to the precise relationship
established between the earth and the cosmos that surrounds him, man’s
desire for this domination also gains altitude over time.
Institutionalization, at first glance, brings with it independence, and
over time, independence brings with it separation from companions such
as astrology/astronomy. Therefore, the institutionalization of geography
needs to be evaluated within the framework of certain
conceptualizations and their relations with neighboring sciences, and
the seemingly isolated geography needs to be reconsidered together with
the metaphysical thinking it is associated with.
The details of this institutionalization process reveal the main
tendencies that shaped the science of geography. The determination of
the trends in question is largely the tendency of political will to
define and define the boundaries of space, that is, the inhabited earth,
and the cosmos in general, from a geographical perspective. The unique
tendencies of the early period of the Islamic civilization, which was
closely influenced by Greco-Roman geography, are related to these
defining and boundary-setting purposes. As a result, the
institutionalization of geography as a science in the Greco-Roman
tradition and the consequences of the legacy left by its independent
guise can be observed in some attitudes in the first centuries when
Islam spread in a very early period. Although a full understanding of
the connection of these attitudes with the Greco-Roman tradition
requires a detailed analysis, revealing some clear presumptions will
expand the research horizon on this subject. In this article, it will be
discussed how geography emerged as an established and in certain
respects independent science in the Greco-Roman tradition, as well as
from what perspective and thanks to which presumptions Early Islamic
scientists can be considered as heirs of the Greco-Roman tradition. A
closer examination of this heir-decedent relationship shows that
philologically based textual transmission is only one of how inheritance
is transmitted. Therefore, one branch of the idea of institutionalized
geographical space continued its own process of independence in the
hands of the early Islamic geographers. From this perspective, the
article also aims to suggest which aspects of the detachment should be
examined in detail.